Sanat Eseri Bir Arzu Nesnesi mi?



Yazar: Hamdi Karaşin

Honoré de Balzac

BİLİNMEYEN ŞAHESER

 

Resim kurmaca bir metin olabilir mi? Bir hikayede ya da romanda, kağıda dökülen olaylar ve ilişkiler, kurmaca bir dil aracılığıyla, bütünsel bir anlatı metnine dönüştüğünde; metni okuma eylemi süresince ve bitiminde, son tahlilde, okurun zihninde bir “resim” oluşur. Okurun zihnindeki “resim” kurmaca metnin görselidir; artık buna o kitabın “tablosu” demek uygun düşer…

İnsan düşünebilen bir canlı, yaşadıklarını aklından süzerek başka düşüncelere ulaşabilen bir akıl yolcusu… Aynı zamanda insan, düşünceleri arasında ilişkiler kurabilen, çözümleyen, sonuçlar üreten akıl yapıcı bir canlıdır. Dolayısıyla, insan okuduğu, düşündüğü, düşlediği, dile döktüğü her türlü eylemi kendi zihninde görsel olarak “resmedebiliyor”. Aklındaki “resimlerle” yetinemeyen insan, mağara duvarlarından taşlara, ahşaplardan metallere, bezlere, bedenlere, ekranlara ve daha birçok objeye, buradan tiyatroya, fotoğrafa, sinemaya kadar görselleştirme hareketini çeşitlendirebiliyor. Amaç, akıldaki yolculuğun “resimlerini” toplamak ve düşler müzesinden, gerçekliğin doğal sergilerine ulaşmak…

 

Bilinmeyen Şaheser

Balzac’ın hikayesi iki farklı kadının adıyla vurgulanan iki bölümden oluşuyor. Birinci kadın, canlı, gündelik hayatın içinden gelen, aklı ve duygularıyla var olan birisidir. İkinci kadın, on yıldır tamamlanmamış bir resmin “öznesi” olan; cansız, ressamın zihninden yansıyan, aklı ve duygularıyla olmayan, sadece ressamın sözlerinde hayat bulan bir isimdir.

 

Birinci bölüm; Gillette

Hikayedeki kahramanımız ihtiyar ressam Frenhofer’in hayranı olan genç ressam Nicolas Poussin’in güzel sevgilisidir. Gillette, aşık olduğu delikanlı Poussin’e ikircikli olarak itiraz eder; bir başka ressamın modeli olmak istemez, sadece sevgilisine “sadık bir model” olmak istediğini anlatır. Birinci bölümde çok kısa değinilmiş olsa da, bu bölümün en önemli gerilim noktası budur; Gillette, ressam sevgilisine sadakatin modellikteki sadakatten geçtiğine inanıyor…

Bu bölüm, Gillette’in adıyla anılsa da, daha çok hikayedeki erkeklerin kendilerini tanıttıkları bölüm olarak işlenir; ironik bir durum… Bu bölümde, sanatla (resim sanatı) doğrudan ilişkili olan bu erkeklerin, sanat, sanatta kadın bedeni ve elbette kadın “varlığına” dair görüşlerini öğreniyoruz.

O gün için, kadının henüz toplumsal ilişkiler içinde tanınmış sosyal bir kimliği yoktur. Kadın, sosyal planda öne çıkan, saygı duyulan, eşit konumlandırılan bir “varlık” değildir. Kadının varlığı, dinsel, geleneksel, ahlaki, ataerkil vb. metin ve söylencelerde şöyle tanımlanır; günah sebebi olan, kutsal obje sayılan, namus mevzuu olan, doğuran ve yuva bakan, hizmet eden nitelikleriyle ifade edilir. Kadının ataerkil terminolojideki yeri “ahlaki obje” ve “işçilik” başlıklarıyla açıklanır…

Resimlerde işlenen kadın varlığı, söz konusu terminolojinin ötesine geçmez. Sanatta kadına yer verilir, ancak “domestik” ya da “şeytansal” nitelikleriyle ifade edilir. Her iki tanımlama, kadının varlığını belirli bir “efendiye” köle  etmesi gerektiğini vurgular. Dolayısıyla, Gillette’in sevgilisi Poussin’e karşı gelmesi mümkün değildir. Masumiyet, saflık, bekaret, temiz yüreklilik, pür aşk, sembolü Gillette, istemese de ihtiyar ressamın modeli olur…

Genç ressam Poussin, sevgilisinin bu “püriten” niteliklerini ihtiyar ressam Frenhofer’e “sunmak” ve karşılığında, Bilinmeyen Şaheser’i kendi gözleriyle görmeyi amaçlamaktadır. Zira, ihtiyar ressam on yıldır tamamlayamadığı eserine son bir esin kaynağı olacak “güzelliği” aramaktadır. Frenhofer için tablo tamamlanmıştır, ancak son bir fırça darbesi kalmıştır; işte Gillette’in bu “püritenliği” o fırçaya esin olacak… (Dikkatinizi çekmiştir; bu fırça darbesine kadar Gillette’in kadın varlığı nasıl da sömürülüyor(!)

Bu pazarlığa göre, genç ressam, zengin ve ünlü olma hırsıyla Gillette’in sevgisini ve varlığını parasal bir değere dönüştürüyor. İhtiyar ressam Frenhofer de, son fırça darbesine esin olması için, saflık ve masumiyet sembolü Gillette’in çıplak bedenini “tüketecektir”.

 

İkinci bölüm; Catherine Lescault

İhtiyar ressam Frenhofer, resmini on yıldır tablo üzerinde bitirememiş olsa da, kendi zihninde tamamladığı bu eserine Catherine Lescault adını verir. Ressamın sözlerinde ve düşlerinde tamama eren bu resim, sanatçının zihninde yer edinen etkili bir imajdır. Herkesin duyduğu fakat kimsenin göremediği bu resim, ressamın aklında görsel varlığını tamamlamıştır.

İhtiyar ressamın atölyesinde üstü örtülü olarak on yıldır bekleyen bu resim, güzelliği, estetiği, ruhani etkisi, eşsiz ve yegane oluşu itibarıyla, başka hiçbir esere benzememektedir. Catherine Lescault, gündelik hayatın içinde rastlanmayacak kadar benzersiz, kutsal metinlerde örnek gösterilecek kadar saf, masum ve temiz, mitolojilerde görülmeyecek kadar yetenekli ve güzel bir kadındır…

İhtiyar ressamın zihninde tamamladığı bu resim, çevresinin tüm ısrarlarına rağmen bir türlü sergilenmemiştir. Son fırça darbesini arayan ressam, sanat çevresinin kabarmış iştahlarını kesmekte çoğu zaman zorlanmaktadır. Zira, sanat çevresi bu nadide eseri bir an önce “tüketmeyi” arzulamaktadır.

Ne yazık ki Frenhofer, Gillette’in çıplak modelliğinden de aradığı son fırça darbesini yakalayamaz, tam tersine Gillette’i kendi eserine layık bulmadığını söyleyecektir. İhtiyar ressamın zihnindeki kadın ile gerçek hayatın içinden gelen Gillette’in buluşma anı, ne ressamın arzuladığı ilhamı yaratabilmiş ne de on yıldır tamamlanmayan resmin sonunu getirebilmiştir. Taraflar arasında yapılan pazarlığa uygun olarak Catherine Lescault’un üzerindeki örtü kaldırılır. Frenhofer’in Bitmeyen Şaheseri böylelikle ortaya çıkar. Tablo, tanımsız, belirsiz, karışık karalamaların arasında görülebilen  sadece bir kadın ayağından ibarettir. Ressamın anlatmakla bitiremediği, sözlerin ve cümlelerin yetmediği Catherine Lescault, tablonun alt kısmında yer bulan narin bir kadın ayağından ibarettir. Ayağın geri kalanına ait beden ve bedenin içerdiği anlam ve “ruh” bu küçük kadın ayağının kendisinde vardır, anlatır ve yansıtır…

İhtiyar ressam Frenhofer, bu tablosuna “ La Belle Noiseuse / Hırçın Güzel” adını verir. Ressamın zihninde yaşayan bir imajdır. Ressamın atölyesinde bulunan öğrencisi, sanat tüccarı zihniyetli Porbus ve genç ressam Poussin, “Hırçın Güzel”i görmediklerini birbirlerine bakarak ifade ederler… Masum ve saf Gillette ise sadakatini yitirdiğini ve “kirlendiğini” düşünerek atölyenin bir köşesinde kendi içine kapanır… İhtiyar ressam ise hala resmini anlatmakta ve izleyicilerin şaşkınlıklarını resimden etkilendiklerine yormaktadır…

 

Sonuç:

Düşünce ve eylem bütünlüğü gelişmenin ifadesidir. Teori ve pratik birbirini besleyen diyalektik bir ilişkidir. Dolayısıyla, akılda tasarlanan, düşünülen, ifadesini bulan düşünceler / sözler, hayata aktarılmadığı sürece aklın dehlizlerinde kalır; zihinde tekrar eder durur, somut ifadesini yitirir, bir süre sonra ruhani kuyularda birikmeye ve bilinmez değerler biçilmeye başlanır; ibadete dönüşür, “aşkın” ifadeler bulur, yüceleştirilmiş hayallerin arasında kaybolur… Frenhofer’in Catherine Lescault’u gerçek hayatta değil, ihtiyarın aklında yaşam bulur ve aklında bitirdiği bir resimdir.

Sanatçı için sanat etkinliği bir süreçtir. Bu süreç, bir sanat eserinden diğerine gelişen, ilerleyen ve kendini yenileyen dinamik bir niteliğe sahiptir. Sanatçı, herhangi bir sanat eserini bitirdiğinde, ilk ve son eserini üretmiş sayılmaz. Sanatçı için aslolan sanat etkinliğinin toplam pratiğidir. Sanat etkinliğinin toplamı (eserler, ürünler, verimler, deneyimler, gözlemler, birikimler vs) sanatçının ve sanat eserinin niteliğini ortaya koyar.

Sanatçı için sanat eseri, hiçbir zaman yegane / biricik / mutlak / ilahi obje / sonsuz eser vb sıfatlarla tanımlanamaz. Zira, sanat eseri kutsal bir metin ya da obje değilidir, olmamalıdır. Sanat eseri, bir diğer eser üretilene kadar sanatçının o dönemki sanatsal ve düşünsel eylemini ifade eder. Sanatçı için her eylem, bir diğer eserin üretimi için kendini geliştirme ve yenileme pratiğidir. Bu anlamda sanatçı bir peygamber değildir. Sanat eseri de sonsuz içeriği olan kutsal bir belge / obje değildir.

Frenhofer’in çıkmazını şöyle de yorumlayabiliriz: Ressam bugüne (o gün için) kadar, geleneksel metodlara uygun çalışmış, mevcut doktrinlere sadık kalmış, mükkemmelliği aramış, hatasız ve biricik çizgiler kullanmış, ruhani güzellik ve estetik anlatmış vs bu ölçülere göre sanata bakmış ve  resim yapmaya çalışmış… Frenhofer’in bilincinde olmadığı ve dile getiremediği şey belki de bu çıkmazdı; artık tüm konvansiyonel metodları ve bakışları reddeden, “aşkın” sanat yapmayacağını, eserlerinde tanrısal mesajlar vermeyeceğini ifade etmek istiyordu… O dönemin gözüyle bakılınca “Hırçın Güzel” bitmemiş olabilir, peki bugünün gözüyle değerlendirecek olursa; karanlık, belirsiz, karmaşık çizgilerin arasında, var ile yok arası bir kadın ayağını tabloda görecek olsaydık nasıl okurduk? Buna sanatsal bir anlam verir miydik, yoksa o dönemde yapıldığı gibi, yokmuş gibi mi davranırdık? Frenhofer’i modern sanatın işaretini veren bir ressam olarak görür müydük? Kuşkusuz, bu yorumlar bir okurun kişisel izlenimleri üzerinden yapılmış okumalar, hikayeyle ilgisi yok. Frenhofer’in de ne öyle bir sorgusu ne de öyle bir bilinci var.

Hikayedeki isimler günümüzün kimliklerine de ışık tutabiliyor:

Porbus; Frenhofer’den resim dersleri alarak sanat çevresinde kendine yer açmak isteyen özentili bir kişilik. Sanat çevresindeki magazinel olayların peşinde olan “medyatik bir kafa”. Aynı zamanda, “sanat piyasasındaki” rekabetten zevk alan ve sanattaki para kokusunun peşinde giden birisidir.

Nicola Poussin; sevgilisinin aşkını kendi resim hırslarına feda edecek kadar gözü kararmış, yeni yetme bir ressam. Sanatta yeni olanın peşinde ve tutkulu. Ancak, saflık, masumiyet, iyi niyet ve sevginin üzerine ayaklarıyla basarak şöhret basamaklarını çıkmak istiyor.

İhtiyar ressam Frenhofer; ustası Marbus’ten ne öğrendiyse, bunları dersler karşılığında satarak parasına para katan, öznelliğini oluşturamamış, taklitler üzerinden mesleğini geliştirmiş, fakat kalıcı olamayacak kadar özgün eserler verememiş bir kaybeden.

Gillette; hayatın içinden bir kadın, hümanist ve romantik duygularla dolu, saf ve masum kadın, püritenliği sembolize ediyor. Fakat, üzerindeki ataerkil iktidarın hegemonyasını dağıtamayacak kadar zayıf, yoksul, sessiz ve hatta soy ismi bile yok.

Catherine Lescault; bir imaj. Moda veya kadın dergilerinde anlatılan türden eşsiz, ruhani, ahlak ve estetik sembolü ve hatta soy ismi var. Yetmemiş sahne ismi olarak da “Hırçın Güzel”i kullanıyor.

Sanat eseri bir arzu nesnesi midir? Sanatçının tatmini kadar izleyicinin de tatmin olması gerekli midir? Kadın bu tatmin çeşidinin bir nesnesi / objesi olmak zorunda mıdır? Sanatçının hazzı, eserini ve anlatmak istediği şeyi tüketmek üzerine mi kuruludur? İzleyici, seyir objesini sömürmek koşuluyla mı görmeyi arzuluyor?

Bu sorular ve yanıtlar, sanatçı, sanat eseri ve izleyici üzerine düşünmeyi gerektiren konular. Elbette sanatçı her koşulda ders veren bir öğretmen değildir. Aynı şekilde, izleyici de her zaman derse gelen bir öğrenci değildir. Fakat, sanat ve sanat eseri, sömürmek ve tüketmek üzerinden tanımlanabilecek bir düşünce ve eylem bütünlüğü olamaz. Dinsel veya geleneksel söylencelerin ve medyatik podyumların bir süs objesi de değildir. Hele ki, “sanat piyasası veya borsası”nda tahvil değeri taşıyan bir etkinlik hiç değildir.

Dolayısıyla tıpkı hikayede örneği verilen konu gibi; sanat mı yoksa aşk mı, hangisi öncelikle tercih edilmeli? Hikayede sanat, zanaatkarlık yönüyle öne çıkarılıp bir meslek gibi tarif ediliyor. Çünkü, şöhret, para, başarı, statü gibi değerler daha çok önemseniyor. Sanata dair özgün ve yaratıcı yetenek, sıradışılık, aykırılık gibi değerlerin bir hükmü yok gibi… Aynı şekilde, aşk ve aşık olmak gibi değerler de yoksul, zayıf, sessiz, masum ve biat eden bir kadının kimliğinde yansıtılıyor; yani bu duyguların da hükmü yok gibi… Hümanist-romantik duygular, para ve şöhret hırsı karşılığında “pazarlanıyor”. Kısacası, sanat bir sömürü ve tüketim etkinliğine dönüştürülüyor…

Sanat eseri bir arzu nesnesi değildir. Aksine tutkuları besleyen öznedir. Aynı zamanda, sanat eseri izleyici için ibadet objesi bir put değildir. Sanat ve sanat eseri, kişisel bir eylem olmasına rağmen, tarihsel ve toplumsal bağlamı olan, bilim ve felseyle yoğrulmuş estetik bir düşünce hareketidir. Sanatçı ve sanat eseri, tarih ve toplumla karşı karşıya gelen, bu düzlemlerde etkileşim içinde yer alan ve paylaşılan düşünsel ve sanatsal bir değerdir. Sanat eseri, ticari anlamda “değişim değeri” olan bir ürün değil, tarihsel ve toplumsal kategoride, insani “kullanım değeri” olan estetik bir anlatıcıdır.

Sonuçta Balzac, sanat ve sanat etkinliği düzleminde bir dönemin sonu geldiğini işaret ediyor olabilir. Sanatta, özelde de resimde, yüceleştirme anlayışının, kişisel hedonizmin, kendi dışına kapalı olan, tarihine yabancı sanat anlayışının sona geldiğini ifade ediyor olabilir…        

 

 

 

Bilinmeyen Şaheser

Honoré de Balzac

İletişim Yayınları, 3. Baskı 2016

Çeviren: Renan Akman

 

 

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir