1929 Büyük Bunalımdan 2008 Krizine: Göçer Bir Yurt Olarak Amerika

Yazarlar: Seray Genç – Hamdi Karaşin
“Her şeyde bir çatlak var. Işık da içeri böyle girer.”
LeonardCohen
Amerikalı gazeteci, yazarJessicaBruder, “Nomadland:SurvivingAmerica in theTwenty-First Century”, Türkçe’ye“Göçebe: 21. Yüzyılda Amerika’da Ayakta Kalmak” olarak çevrilebilecekkitabında Amerika’da 2008 krizinden ciddi kayıplarla çıkmış, 60’lı, 70’li yıllarını yaşayan ve emekli olsalar dahi yaşamlarını çalışarak sürdürmek zorunda kalan ve bu nedenle sadece kendilerini yük alarak,topoğrafik olarak da ayrı bir gezegene dönüşmüş gibi duran bir coğrafyanın göçerlerini, göçer işçilerini anlatır. Kitabın adında geçen “survive” kelimesinin “hayatta kalmak” yerine daha çok ve sık kullanıldığı doğru, ancak kitap ve film aracılığıyla tanıştığımız karakterlerin, hayatta kalmanın ötesine geçen onurluyaşamlarını ve tüm zorluklara rağmen bu yaşamı sürdürdüklerini görünce “ayakta kalmak” deyişini hak ettiği de doğru. Yolları ve işleri paylaştıkları göçer yoldaşlarına kucak açışları da böyle demeyi gerektiriyor.Bu insanlar yerleşik bir hayattan zorunlu kopmuşlar ve göçebeliğe geçmişlerdi. Ayakta kalmak, eli ayağı tuttukça yol almak, özgürce park edebilecekleri bir yer bulmak, çünkü yaptıkları…Bruder’inLeonardCohen’le bizlere hatırlattığı gibi: Işık yok değil hayatlarında, su gibi, ışık gibi çatlağını bulup giriyor hayatlarına. Hayatta kalmak değil yeterli olan. İnsan olmak geçimin, yeme-içmenin dışında umuda, ışığa ihtiyaç duyuyor. Ve Bruder’in anlattığı gibi yolda umut var.
- Yüzyıl Göçebesinin Ortaya Çıkışı
Peki insanları evinden, işinden eden günümüz kapitalist sistemine içselleşen bu göçebe-yedek-işgücü-ordusunasıl ortaya çıktı? 21. yüzyılda göçebeliğe zorunlu geçişin elbette bir tarihçesi var. ABD’de başlayan 2008 ekonomik krizi, dünyanın 1929’dan beri gördüğü en büyük kriz olarak görülüyor. Halen etkisini hissettiğimiz… 1929 krizi herkesin varını yoğunu ve borçlanarak kredisini koyduğu hisse senetleri ve New York Borsası’nın çöküşüyle başlamıştı. 2008’de de yükselen konut fiyatları, artan konut kredileri (mortgage), borçlanan insanlar ve bunu finansal bir türev ürün olarak alıp-satan bankacılık sisteminin çöküşüyle başlıyordu. Elbette krizi ortaya çıkaran dinamikler karşılaştırıldığında çok fazla farklılık ya da benzerlik bulunacaktır; kapitalizmin sermaye birikim süreçleriyle açıklanabilecektir ancak ortak nokta değişmeyecektir: Daha fazla işsizlik, daha fazla evsizlik ve daha fazla yoksulluk…
- yüzyıl göçebeliğini anlatan yazar JessicaBruder, etkileyici kitabında yollarda her zaman insanlar olduğunu; gezginler, avareler, huzursuz ruhlar vs. olduğunusöylüyor. Oysa şimdi ortaya çıkan yollarda olma halinin başka bir şey olduğunu; göçebe olmayı asla hayal etmeyen insanların kriz sonrası imkansız seçimlerle karşılaşmalarının sonucu olduğunu söylüyor. Bruderbu göçebe yaşamı sadece gözlemlemiyor, bizzat bu yaşamın bir parçası oluyor.Kitabının girişinde filmde tanıdığımız pek çok karakterin 21. yüzyılda nasıl göçebe-işçi olduklarını, birbirleriyle nasıl akraba olduklarını ve insan kalmaya çalıştıklarını anlatıyor. Filmin karakteri Fern gibi Amazon’un “camperforce” dediği mobil işgücüne nasıl katıldıklarını anlatıyor. Açık havada karavanlarının önünde mutlu yaşlı insanları gösteren Amazon şirketinin reklamları, ucuz iş gücünü kampçılardan almak istiyor ve onlara ücretsiz kamp alanları sunuyor; aynı şirket fazla mesaiye bir dolar veriyor veriyor, ücretleri haftalık ödüyor ve 90 günün sonunda ilaç yardımı yapıyor. Mevsimlik-göçebe işçilerin gerçek hayatlarına dair bu reklamlardan bir şey öğrenmek elbette zor… Sadece, bu yollarda olma ve bir araçta yaşama halinin genel geçer bir biçimde romantize, idealize edildiği gerçeklikten uzak parlak fotoğraflar bunlar. Nomadland filmindekiLinda May, BobWells, Swankieise kitapta da tanıştığımız gerçek karakterler. Amerika’da RV (recreationalvehicle) denilen hareket edebilen motorlu herhangi bir taşıtı dönüştürerek evi kılan bu insanlar yalnızlıklarını, dayanışmalarını, hayatta kalma mücadele ve deneyimlerini paylaşırken;Nomadland filminin yaratıcıları,oyuncu FrancesMcNormand ve yönetmen ChloéZhao da bu göçerlere dahil oldukları, kabul edildiklerinin bilinciyle; göçerleri sahiplenerek, saygı duyarak ve bu mücadeleci yaşam biçimini onurlu kılarakbizimle film olarak paylaşıyorlar.
Mevsimsel hareket eden, mobil, esnek ve ucuz işgücü ordusu Amerika’nın kapitalist düzeni içinde Nevada’daki Amazon’un endüstriyel ve devasa büyüklükteki depolarında, şeker pancarı fabrikalarında ya da Güney Dakota’daki Ulusal Park’ta, bir fast-food zincirinde istihdam ediliyor. Sadece karınlarını doyurmak, ayakta kalmaya yetecek bir ücret karşılığında. Ertesi gün yeniden ılıman iklimin ve geçici işlerin peşinde yollara düşme zamanı geldiğinde bu “homeless” (yuvasız) değil, “houseless” (evsiz) göçmenler yolları, araçları, kampları ve kamp arkadaşlıklarını ev bellerken dayanışmayı da uzun yollar boyunca örgütlerler. Ömürlerinin son baharında sosyal güvence olmadan, emeklilik, sağlık gibi temel haklarından yoksunfilm karakteri Fern gibi eşini kaybetmiş, Bob gibi oğlunu kaybetmiş çoğu yalnız insan bir çölün ortasında, bir ülkenin ortasında, bir yolun ortasında anti-kapitalist bir söylemle bir araya gelebilirler. Ta ki kendi sağlıkları ya da araçlarının motorları tekleyene kadar… Swankie gibi bir vedayı herkes yapamaz, bunu yapacak gücü de bulamaz belki, ancak denemeye değer görmek; yola çıkmak önemli bir başlangıç olur.Swankie yolculuğunun sonunda vardığı yeri cep telefonuyla çektiği bir videoyla Fern’e iletir. Yalnızlık ve yakınlık duymak, insani olarak aynı duruma düşmüş insanların dayanışma ağları bu duygunun üzerine kurulur daha çok, bir örgütlenmenin değil. Swankie’ye göçebe arkadaşları da bir ateşin başında yolda yeniden buluşmak üzere vedalaşırlar, bu da yaşadıkları duygunun, ardından hissettiklerinin ifadesi olur.
Örgütsüz kimlikler
Belki de ABD’nin toplumsallaşma sürecine özgü dinamiklerle açıklanabilecek yapısal bir “sorun” bu; sosyo-ekonomik ve kültürel problemlerin, sosyo-politik örgütlenmelerle değil bireysel öbeklenmelerle açığa vurulması ve duyurulması biçimi. Toplumsal sorunlar, siyasal ve ideolojik örgütlenmelerle değil tekil kimlikler etrafında öbeklenerek duyurulur. Toplumsal sorunlara çareler, siyasal ve ideolojik mücadelelerle değil, yasaların izin verdiği oranda, kimliklerin tanınırlık ve hukuksal çözüm arayışlarıyla, bireysel yollardan bulunmaya çalışılır.
ABD’de, “toplumsal özneler” sosyo-ekonomik sorunları örgütlemiyor, ama sosyo-ekonomik sıkıntılar toplumsal kimlikleri üretiyor. Böylelikle, ne toplum siyasallaşıyor ne de toplumsal kimlikler sıkıntılarına kalıcı çözümler bulabiliyor.
Nomadland özelinde bakıldığında, ABD’de 2008 ekonomik krizi sonrasında yaşanan finansal kriz, özellikle ev kredilerinde yaşanan mali çöküntü ve beraberinde gelişen ekonomik belirsizlik, güvencesizlik, işsizlik ve sosyal çaresizlik varoluşsal kaygılar yaratıyor. Bunun sonucunda, evini, işini, sosyal haklarını kaybeden milyonlarca çalışanın tekin olmayan bir geleceğin içinde sürüklendiğini görüyoruz.
ABD’de sosyo-ekonomik meseleler, özellikle politik argümanlar ve araçlarla kavranmadan önce, psikolojik tepkiler ve duygularla algılanıyor. Toplumsal sorunlar, siyasallaşma dinamiği taşımadan ya da iktidara ve “düzene” karşı bir harekete dönüşmeden önce, bireysel veya kültürel tepkimeler ölçeğiyle sınırlı kalıyor. ABD’de toplumsal-siyasal fay kırıklarından çok, psiko-sosyal fay çatlakları daha hareketli yaşanıyor.
Çok sayıda örneği olduğu gibi, Nomadland filminde de görüyoruz ki, birçok sosyo-ekonomik sorunu olan ABD’li, içsel, özel ve bireysel tepkilerin ötesine gidemiyor. Ardından kendisi gibi olan diğer kişilerin de tepkilerini derleyip toplayıp duygusal bir öbek haline getiriyor. Dayanışma duygusu içinde bir araya toplanan tepkiler, özellikle yalnızlık hissini azaltmaya yarıyor. Ortak bir nedensellik etrafında (sosyo-ekonomik adaletsizlik) toplanan tepkiler, farklı etkiler göstererek, aynı sonuçları doğuruyor; işsizlik, yoksulluk, sosyal güvencesizlik ve örgütsüzlük.
Filmdeki, RTR (Göçebe topluluğu yardımlaşma grubu) topluluğu gözlemlendiğinde, özellikle barınma, iş ve geçim kaynakları daralan kişilerin, duygusal kırılma dönemleriyle birlikte geliştirdikleri bir yaşam tercihi olarak doğuyor ve yol alıyor. Bu topluluğun sözcüsü Bob Wells’in “doların despotluğunu kabul etmiyoruz” ifadesiyle, Beyaz Saray’ın ve ABD kapitalizminin ürettiği politikayı benimsemediğini anlıyoruz. Wellsdevam ediyor: “Çöl, yoksulların denizi… Doğayla ve samimi insanlarla birlikte olmayı amaçlıyoruz.” Bu denizde her bir göçebe kendi gemisinin kaptanı(!) Göçebe ve evsizler, “sevgi çemberi” adını verdikleri göç hareketini tekrarlayarak, ülke topraklarını “sürüyorlar”. Bu göç hareketi, “göçebelerin” duygusal bağlarını güçlendirirken, iktidarın ve düzenin politikalarını, baskısını zayıflatıyor öte yandan.
Ev: Barınak mı, mülkiyet mi?
2008 krizi sonrasındafabrikanın kapanmasıyla canlılığını yitiren, ironik bir biçimde tüm çağrışımlarıyla, dağılan bir kapitalist imparatorluğun temsiliyetiyle Empire (İmparatorluk) adlı kasabada yıllarca yaşayan Fern kocasının ölümünün ardından eşyalarının önemli bir kısmını bir depoya yerleştirir ve Amazon’da çalışmak için arkadaşı Linda’nın peşinden yollara düşer.Artık bir posta kodu dahi olmayan, terk edilmiş evlerle bir hayalet kasabaya dönüşen Empire’ı son olarak Fern terk etmiş gibidir. Minimal yaşam alanını iyi kullanabilmek adına düzenlemeler yapan ama değerli porselen takımından arda kalan sağlam parçaları da yanına almadan edemeyen Fern için Linda gerçek bir yol göstericidir. Yazar Jessica Bruder’e olduğu gibi… Filmin sonuna doğru yollara devam etme kararı alacak olan Fern, Bob’un söylediği gibi aslında yeniden buluşabileceğini düşündüğü kocasına, Empire kasabasına ve kocasıyla yaşadığı eve sembolik bir ziyaret yapar. Sonra da kaldığı yerden yola ya da göçe devam eder çünkü hayat da devam etmektedir.
Fern, sık sık yerleşik mülk sahiplerinden benzer bir yaklaşımla karşılaşır: “Kalacak bir evin yoksa, bizde kalabilirsin(?)” Barınmak ile ev sahibi olmak arasında niteliksel olarak önemli bir fark var. Bu fark, mülkiyet ilişkisiyle tanımlanabilecek bir ayrım. Mülkiyet, beraberinde bağımlılık ve statüko getirir. Bu statüko, dinamik olan hayatı stabil kılar. Bu statüko, toplumsal bağları mülkiyet ilişkileri üzerinden okumaya başlar. Mülkiyet, “mülksüzler” karşısında bir üstünlüğe dönüştüğünde bağımlılık ve mülkiyet köleliği üretir. Mülkiyet, yoksunluktur; doğadaki varlıklardan ve özgürlüklerden… Barınmak, insanın verili yaşam koşulları içinde (doğal koşulları içinde) fiziksel ve duygusal ihtiyaçları yönünde belirli bir yuvaya sığınma eylemidir. Konformist ideolojiyle değil, göreli konforla (yabani doğal koşullara alternatif olarak) işlevlendirilmiş bir barınma ihityacı şekillendirilir. Barınmak, doğal ya da toplumsal koşullara göre değişkenlik gösterir. İnsanın temel ihtiyaçlarına karşılık vermelidir. Tüm canlıların bir biçimde barındıkları bir “yuva”, canlılar arasında bir üstünlük nesnesi olamaz.
Tüketim ideolojisinin bir nesnesi olan ev ve ev sahibi kimliği, insanı ve insanın barınma ihtiyacını nesneleştirir. Buna göre, insanın yuvası, ayrıcalıkların (metalaşmış hayatın) mekansal göstergesidir. Bu göstergeye ait mülkiyet ayrıcalığı, toplumsal ilişkilerde sınıfsal bir üstünlük sağlamaktadır. Bu nedenle Fern, “yuvasız” (homeless) olmadığını, sadece “evsiz” (houseless) olduğuna dikkat çeker. Fern, mevcut hayatın ev sahibi olmakla daha iyi, daha mutlu, daha güvenli ve daha özgür olmadığını anlatmak ister…
Evsizlik tercihiyle, belirli bir mağduriyet durumunu değil, tam tersine duvarlar arasına sıkıştırılmamış bir özgürlük tutkusu olduğu vurgulanır. Bu tutku, evin (mülkün) köklerine bağlanmamış insanın, özgürlüğünü aramak ya da bulmak için gerektiğinde “yollara” düşebilecek kadar “köksüz” olduğunu anlatmaktadır.
Sonsuzluk ve bir hayat
Empire çölünde saklı kalmış bir “yarı-sanatçı işçi” olan Fern, yalnızlığıyla birlikte, varlığının bir sonsuzluğun içinde yol aldığını düşünüyor. Çöl, sonsuzluğun ve boşluğun varlığını simgeliyor. Fern, aklıyla algıladığı “çölü” içinde hissediyor. Boşluğun, varlığına anlam katacak bir şeyler barındırdığını düşünüyor; kendisini, aklını ve bedenini bir yolculuğa hazırlıyor. Otuz yıl yaşadığı ve çalıştığı Empire’den, evinin arka kapısından çıkarak, ufukta görünen, çölün sonundaki dağlara doğru “göç” hareketini başlatıyor.
Fern, emekçi bir kadın. Mevsimlik işlerde, güvencesiz hizmet sektöründe, geçici işlerde çalışıyor; geçimini sağlamak üzere. Kendisi gibi binlerce kişinin aynı durumda olduğunu görüyoruz. Fern’i farklı kılan “sanat duyarlılığının” olması. Bunu iki yerde fark ediyoruz ve görüyoruz: Bir markette rastladığı eski öğrencisine öğrettiği şiiri okuturken ve çok sevdiği eşi için yazdığı evlilik teklifi şiirini, bir “evsize” okurken.
Fern’in algılarındaki duyarlılık ve düşüncelerindeki incelik, sıradan bir ABD’li olmadığını gösteriyor. Çölün ortasından başlattığı göç hareketi, “sanat anlayışını” besleyecek hikayeleri toplamaya yarayacak diye düşünüyoruz. Kendi doğası / tarihi içinde yol alarak, hem kendi sözcüklerini aktaracak hem de başkalarının seslerini dinleyecektir.
Fern’in bu yolculuğuyla, “Sonsuzluk ve Bir Gün” (Theo Angelopoulos) filmindeki şairin yolculuğu aklımıza geliyor. Zamanı / tarihi, “çöl sonsuzluğu” içinde algılayan bakış, kendi zamanına ait sesleri aramaya ya da “ölü canların” arasından çekip kurtaracak sözcükleri bulmaya çalışıyor.Fern, ilk göçünü tamamlayıp Empire’daki evine döndüğünde, göçebelerin ifadesiyle “sevgi çemberi” denilen hareketini tamamlıyor. Ancak, göç burada bitmiyor, yeniden başlıyor.
İki seçenek bir tercih
Fern, “göç hareketi” sırasında onu yoldan alı koyan iki yaşam seçeneğiyle karşılaşıyor. Her iki seçenek, aile normalizasyonu içinde şekillenen ve merkezin (iktidarın) domestik yaşamaya itelediği anlayış üzerinde gelişiyor.
Birinci seçenek, Fern’in kız kardeşinin ailesi; burada 2008 krizini bir kazanç fırsatına dönüştürmek gerektiğini konuşan kişiler var. Alım-satım ve paradan para kazanma amacında olan bu kişilere, Fern, yaşanan krizin ev kredisi borçları altında boğulan insanların ölümü anlamına geldiğini söylüyor…
İkinci seçenek, Fern’nin “yol arkadaşı” Dave’in, sevgi ve samimiyetle yoğrulmuş geniş ailesinin bir parçası olması yönünde gelişir. Birinci seçeneğe göre daha hümanist görünüyor olsa da, bu seçenek Fern’in özgünlüğünü sönümlendirecek domestik bir ilişki yoğunluğunu ifade ediyor.
Fern ne mülkiyet ilişkileriyle tanımlanmış bir seçenekten yana ne de özgürlükten ve bağımsızlıktan alıkoyan “evcilleştirici” bir seçenekten yana olur. Fern, evinin arka kapısından görünen “çölleşmiş tarihi”, yürümekten vazgeçmediği yolda ilerleyerek aşmayı tercih ediyor. Fern, hayatın hareketine yön veriyor ve akışını kesmiyor; yerleşiklik boğuyor, biliyor. Bu nedenle varoluşunu özgür kılacak olan şeyin göçebelik olduğunu düşünüyor.
“Ev sadece bir kelime mi, yoksa içinde taşıdığın bir şey mi?”
Film, barınacak yuva arayan “yarı-sanatçı” bir göçebenin arayışlarını anlatıyor. Tarihin, hayatları ve mekanları “çölleştirdiği” bir zamanda, statik ve konformist yaşamlara saplanıp kalmayan bir “yolcunun” göçünü anlatıyor. Dolayısıyla, bir yuvadan söz edilecekse, asıl barınak yaşadığımız gez/egenin kendisidir. İnsanın bağımsız ve özgür kimliğiyle örtüşen göçerlik eylemidir. İnsanın göçerlik karakteri “yuva kurma” çabası üzerinde gelişir. Yaşadığımız gez/egenin kendisini ve geniş, ıssız topraklarını, göçerlik eylemiyle birlikte “yuvaya” dönüştüren insan; doğayı yuvasına ait bir mekan olarak beller. Buna uygun olarak, tarihin öznesi olan aynı insan, tarihi özgürlük ve eşitlik düzlemi üzerinden tarif eder. İnsanın özgürlük ve eşitlik arayışı, bir anlamda tarihin içinde “barınağını” oluşturma mücadelesidir. Tarih bir barınaksa, doğa da bu barınağın mekanı / yuvasıdır. İnsanın “yuvasını ve barınağını” tanımlayan unsurlar; göçerlik, doğa ve özgür-eşitlikçi tarihdir.
Filmin 2008 yılındaki mortgage krizine atıfta bulunması ironik bir durumdur. Zira, aşırı şişirilmiş ev fiyatları ve ev kredileri üzerinden gelişen kriz, toplumdaki mülkiyet bağımlılığını ve finansal köleliği anlatmak adına önemli bir göstergedir. Gez/egenimiz dışında, metalaştırılmış “yuvaların” insana barınacak bir hayat sağlamadığını, paranın esareti karşılığında kurulan “yuvaların” kölelik getirdiğini görüyoruz.
Nomadland, ABD sinemasında çok karşılaşılan, ama bu bakış açısıyla az anlatılan bir hikayeye sahip. Evet, çok sık kullanılan bir motif bu filmde de var; bir karakter ve onun merkezinde gelişen hikaye. Buna rağmen az rastlanan motif ise şu; filmdeki karakteri etkileyen, yönlendiren ve eyleme geçiren “dış unsurlara” özellikle yer verilmiş olması. Özellikle, ekonomik kriz, işsizlik, sosyal güvencesizlik, göçerlik, toplumsallık, mülkiyet reddi, konformist ve domestik itiraz, varoluşçu-sanatsal arayışlar vb. Tüm bu unsurlar, hikayeyi, dolayısıyla karakteri oluşturan etkenler ve ilişkilerdir.
Fern, yaşadığı tarihin bireysel varoluşunu yalnızlığa itelediğini düşünüyor. Yalnızlık, psikolojik olarak kötümser ya da karamsar düşüncelere sürükleyebilir. Fakat, kendi kabuğuna (evine) kapanmayan Fern, iyimser ve umutlu düşüncelerin peşinden yola çıkıyor. Yaşadığı tarihin, hem fiziksel (doğa) hem de toplumsal coğrafyasında dolaşarak hikayeler topluyor. Bu hikayelerle, yalnızlığına dair boşlukları dolduracak sesleri, düşünceleri ve eylemleri biriktiriyor. Çölleşmiş bir tarihin içinde, hayat verecek kelimeleri derlemeye çalışıyor. Çünkü, hem kendisi hakkında hem de kendi dışındaki her şey hakkında anlamın nelerin içinde yüklü olduğunu bulmaya çalışıyor.
Tarih, insanlık adına eşit ve özgür bir yapıya kavuşmadığı sürece, coğrafyaların ıssız ve yalnızlaştırıcı yapısı Fern gibi emekçileri kötümser bir varoluşa sürükleyecektir. Ancak Fern, sahip olduğu duyarlılıkla bu yapıyı bozmaya ya da boşluklara kendi anlamlarını yüklemeye çalışıyor.
Doğanın ve tarihin coğrafyaları mevcut koşullarda değişmese de, aklın ve bedenin coğrafyası değiştirilebilir. Fern, varoluşunu sorgulama hareketi içinde durmaksızın yol alarak, kendi coğrafyasını çiziyor; aklında ve bedeninde…
Ben bunu yazarken, onlar ülke çapında dağılmış durumdalar…
“Kuzey Dakota, Drayton’da, eski bir San Francisco taksi şoförü, 67 yaşında yıllık şeker pancarı hasadında işçi. Gün doğumundan gün batımına, sıfırın altındaki sıcaklıklarda tarlalardan gelen kamyonların tonlarca pancarı parçalamasına yardımcı oluyor. Geceleri, Uber onu taksi sektöründen çıkardığından ve kirasını ödemesini imkansız hale getirdiğinden beri evi olan mini-van’da uyuyor.
Campbellsville, Kentucky’de, 66 yaşında eski bir taşeron, bir Amazon deposunda gece vardiyası sırasında malları istifler ve tekerlekli bir arabayı beton zemin boyunca kilometrelerce iter. Bu zihin uyuşturan iş ve kovulmaktan kaçınmayı umarak her öğeyi doğru bir şekilde taramakta zorlanıyor. Sabah, kendisi gibi göçebe işçileri yerleştirmek için Amazon’la anlaşan birkaç mobil ev parkından birine demirlemiş olan küçük karavanına geri döner.
New Bern, Kuzey Carolina’da, evi gözyaşı damlası tarzı bir karavan olan – motosikletle çekilebilecek kadar küçük – bir kadın iş ararken bir arkadaşıyla kanepesini paylaşıyor. Yüksek lisans derecesine sahip olsa da, 38 yaşındaki Nebraska yerlisi, yalnızca geçen ay yüzlerce başvuruyu doldurmasına rağmen iş bulamıyor. Şeker pancarı hasadında işe alım olacağını biliyor, ancak ülkenin yarısını kat etmek için elindekinden daha fazla paraya ihtiyacı var. Birkaç yıl önce çalıştığı kar amacı gütmeyen kuruluştaki (non-profitorganisation) işini kaybetmesi, karavana taşınmasının nedenlerinden biri. Pozisyonunu kaybettikten sonra sonra öğrenci kredilerinin yanı sıra kirayı da karşılayamaz oldu.
Kalifornia, San Marcos’ta, 1975 GMC motorlu karavanda 30’lu yaşlarında bir çift, bir çocuk karnavalı ve hayvanat bahçesinin bulunduğu yol kenarında bir balkabağı standı işletiyor ve boş bir araziye standı sıfırdan kurmak için beş günleri var. Birkaç hafta içinde Noel ağaçları satılmaya başlanacak.
Colorado Springs, Colorado’da, , kamp alanı bakım işi yaparken üç kaburga kemiğini kıran 72 yaşındaki bir van sakini, ailesi ziyaret ederken iyileşmeye çalışıyor.”
JessicaBruder, Nomadland: SurvivingAmerica in theTwenty-First Century, Norton, 2018. S.
Bu yazı YENİ FİLM Sayı 50-51 / Kış – İlkbahar 2021 S. 29’ da yayınlanmıştır.